Bunlar Kur’an’ı hiç düşünmezler mi? Yoksa kalp­leri kilitli midir?

(Muhammed 24)

 

Bunlar Allah’ın kitabını hiç düşünmezler mi? Kur’an’ı hiç dü­şün­meye­cekler mi? Allah’ın kitabı üzerinde hiç kafa yormayacaklar mı? Kitapla hiç ilgilenmeyecekler mi? Kitabı izlemeden yana olmaya­caklar mı? Allah bu ki­tabında ne anlatıyor? Nasıl bir hayat programı istiyor? Bakara bizi nereye götürmek istiyor? Âl-i İmrân bize ne anlatı­yor? Merak edip de bir kerecik Al­lah’ın kitabına yönelmeyecekler mi? Allah’ın kitabını izlemeye yanaşmaya­caklar mı? Kitabın peşine takıl­mayacaklar mı? Tedebbür; hem düşünmek, üzerinde akıl yormak an-amına, hem de arkasına düşmek anlamına gelmek­tedir. Yâni onlar onu hep anlamadan okumadan yana mı olacaklar? Ya da onlar o ki­tabı önlerine alıp kitabın arkasına düşerek bir hayat yaşamaya ya­naşmayacaklar mı? Tüm hayatlarında kitabı rehber edinmeyecekler mi? Kur’an rehberliğinde bir hayata yönelmeyecekler mi?

 

Âyetin sonunda diyor ki Rabbimiz; “Yoksa bu adamların kalp­leri üze­rinde onu anlamalarına engel kilitleri mi var?” Yoksa onların kalpleri üzerinde kilitleri mi var ifadesinden anlıyoruz ki kalplerin biz­zat kendi kendilerini kilit­leme özelliği vardır. Yâni kalbin sahibi, kendi kilidini bizzat kendisi vuruyor kalbine. Kalbini Allah’ın âyetlerine açan ve kapatan bizzat o kalbin sahibi olan insandır.

 

Peki soralım o zaman kendimize: Acaba bizim kalplerimiz Al­lah’ın kitabına karşı açık mıdır, yoksa kapalı mıdır? Sürekli Allah’ın âyetlerini okuyup öğrenmeye, sürekli Allah’ın âyetleriyle düşünüp te­fekkür ve tedebbür etmeye açık mı kalplerimiz? Kalplerimiz her an Allah’ın âyetlerinin girmesine müsait mi? Âyetler elbette kendiliğinden durup dururken kalbe girmez. Öyleyse acaba sizler, bizler Allah’ın âyetleriyle ilgilenebiliyor muyuz? Allah’ın kitabıyla sürekli bir diyaloga girip onlar üzerinde düşünebiliyor muyuz? Günlük haya­tımızın ne ka­darını kitabı anlamaya ve düşünmeye ayırıyoruz? Allah’ın âyetle­rini okuyup öğrenmeye, onlar üzerinde derin derin düşünüp onlarla yol bul­maya bir sa’yimiz, bir çabamız var mı?

 

Eğer bütün bu sorulara cevabınız müspet değilse, o zaman Allah ko­rusun kendi kalplerinize kendi kilitlerinizi kendiniz vuruyorsu­nuz demektir. Allah’ın âyetlerini kapattığınız için, Allah’ın kitabının defterini dürdüğünüz için kendi kendinizi kör, sağır ve duygusuz hale getiriyorsunuz demektir. Kendi kendinizi rahmetten uzaklaştırıyor ve cehenneme sürüklüyorsunuz demektir.

 

Bu ve benzeri Kur’an âyetlerinden ve hadislerden anladığıma göre, Allah herkese bir kalp vermiş ve bir de her insan kalbi için bir ki­lit yaratmış, bir kilit vermiştir. Bu kalbin kilitleyicisi, mühürleyicisi veya açıcısı olan anah­tar Allah’tandır. Ama bu kilidin, bu mühürün Allah’tan oluşu, bir cebir anla­mına gelmemektedir. İnsanlar kendi öz iradele­riyle, hür iradeleriyle ya bu kilidin kapatılmasını Allah’a arzederler, Allah da kapatır onu, ya da açılmasını isterler Allah’tan, Allah da açı­verir. O halde isteyen kuldur, ama açan ve ka­patan din sahibi olan Allah’tır her zaman. Demek ki Allah bu açma ve ka­patma işinde yine de insana irade vermiştir. Yâni tekrar müracaat hakkınız vardır, de­miştir. Yâni insan kâfirken, kalbi mühürlüyken, kilidi kapalıyken, Al­lah’a tekrar müracaat edip kalbini açtırabilir ve Müslüman olabilir. Müslüman­ken de müracaat edip kapattırabilir, mürted olabilir.

 

O halde bu ve benzeri âyetleriyle Rabbimiz istiyor ki, bizler gözü­müzle, gönlümüzle, kulağımızla, aklımızla, fikrimizle, düşünce­mizle kitabını önümüzde kabul edip, onun arkasına düşüp, onun gös-terdiği bir hayatı ya­şamak zorundayız. Gözümüzü, kulağımızı, ak­lı- mızı, fikrimizi, gecemizi, gün­düzümüzü ona adayacak, ona tâbi kıla­cak, onunla görecek, onunla duyacak, onunla düşünecek ve onunla yürüyeceğiz. Tıpkı yol bilmeyen birinin yol bileni önünde bilip ona tâbi olduğu gibi. Tüm hayatımızda, tüm davranışlarımızda, tüm amelleri­mizde, tüm konuşmalarımızda onu mihmandar kabul edeceğiz.

 

Unutmayacağız ki, bu kitabın âyetleri üzerinde tedebbür edilmeli, dü­şünül­meli, akıl yorulmalı, anlaşılmaya çalışılmalıdır. Unutmayacağız ki, bu kitap yattığınız yerden anlaşılmaz. Yattığınız yerden mânâlarını, esrarını, bereketle­rini açmaz size. Anlamak üzere okumazsanız, tedebbür etmezseniz, üze­rinde derin derin düşünüp kafa yormazsa­nız asla anlaşılmaz, size bereket­lerini açmaz, bereket kaynağı olmaz bu kitap. Aklınızı bu kitaba takacaksınız. Gönlünüzü buna açacaksı­nız. Kafanıza bunu koyacaksınız. En büyük dert, en öncelikli iş olarak bunu kabul edeceksiniz. Üzerinde düşünecek, tefekkür edecek, zik­redecek, aklınızın en üst köşesine koyacaksınız. İşte ancak o zaman bu kitap mübârek olacak, bununla berekete, cennete ulaşmış ola­cak­sınız.

“Ey Muhammed! Biz, öğüt alırlar diye, Kur’an'ı se­nin dilinde indirerek kolayca anlaşılmasını sağladık. Sen bekle, onlar da beklemektedirler.”

(Duhân 58)

İnsanlar öğüt alsınlar, onunla yol bulsunlar, hayat programla­rını ona sorsunlar ve hayatlarının tüm problemlerini onunla çözümle­sinler ve so­nunda cennete, Allah’ın lütfuna ulaşsınlar diye biz bu Kur’-an’ı senin lisânında kolaylaştırdık diyor Rabbimiz. Çok açık ki, bu ki-tap Rasulullah efendimizin dilinde kolaylaştırılmıştır. Okunması ko­lay, öğrenilmesi kolay, anlaşılması kolay, ezberlenmesi kolay, uygu­lan-ması kolay, yaşanması kolay, istediği hayat kolay, her şeyi çok kolay-dır. Allah onu bizim için kolaylaştırmıştır. Belki onu zikrederler, zikir haline getirirler, hatırlarlar, kafalarında, kalplerinde canlı tutarlar da hayatlarını onunla düzenlerler diye. Belki onu tezkira yaparlar, pu­sulu yaparlar, harita kabul ederler, kafalarına kalplerine kazırlar da, haf-talık ders programı gibi, günlük, aylık, haftalık sürekli bakılacak bir konuma geti­rirler diye Allah onu kolaylaştırmıştır. Çünkü ona bakıl­ma-dan, ona sorulma­dan hayat yaşanmamalıdır. Çünkü o hayatımızın her bir saniyesinde bize yol gösterecek bir kitaptır. Ama unutmayalım ki bu kitap, kendisine yönelenlere kolaydır. Onunla ilgilenenlere ko­laydır. Ona başvuranlar için kolaydır ve sa­dece onların hayatlarını kolaylaştıracaktır.

 

Tüm öncelikli bilgilerimizi bir kenara at­mış, tüm önyargılarımızdan sıyrılmış ola­rak Kur’an’a başvurmalıyız.

Tüm öncelikli bilgilerimizden arınmış olarak, önyargılarımızı bir ke­nara atmış olarak bu kitaba baş vurmak zorundayız. Yâni öncelikli bilgileri­mizi onaylattırmak için baş vurmayacağız kitaba. Bakara sûre­sinin beyânına göre; Kur’an’la kimileri sapıtırken kimileri de hidâyet bulur. Bu, bize Kur’an’a iki türlü yaklaşım metodunun olduğunu anla­tır. Yâni Kur’an’la beraberlikte iki türlü yöntem vardır. Bunlardan birin­cisi şudur: İnsanlar, önce kendilerini, Al­lah bana önce şunu şunu an­latmalıdır diye şartlandı­rırlar ve onun cevabını aramak üzere Kur’an’a başvururlar. Yâni şartlı, sınırlı, tahditli, özel bir yakla­şım modelidir ki, bunu ikiye ayırabiliriz:

 

a- Ya kendi dünya görüşünü desteklemek için Kur’an’a baş­vu­rurlar.

 

b- Veya aradıkları sorunun cevabını o tahditte bulmaya çalışır­lar.

 

Meselâ adam demokratiktir, ama Müslümanlığı da elden bı­rakmamak çabasındadır. Veya feministtir, ırkçıdır, pragma­tisttir, fay­dacıdır, hümanisttir, insancıldır. Aman insan hakları, insan sevgisi fi­lan diyordur. Bunu temel kabul etmiştir. Ama bunu Kur’an’ın da des­teklemesi gerekmek­tedir. “Öyle ya, elbette Tanrı da bundan başkasını emredecek değildir” diyordur ve Kur’an’a işte bu duyguyla müracaat etmektedir. Bu sapıklıktır tabii.

 

Bir de sorduğu soruya, sadece sorduğu kadarıyla Allah’ın ce­vap vermesini istemektedir. Meselâ; “Ya Rabbi, babam öldü, şunum şunum var, mîrastan ne kadar alacağız?” Allah’tan sadece o bölümü ister, sadece o bölümü sorar. Halbuki Allah ona bunu anlatırken on­dan sonra bir şeyler daha söyler, ama o bölüme hiç bakmaz adam. Ya da abdest alacaktır; “Acaba yüzümü mü önce yıkayacağım, yoksa elimi mi?” Sadece o bölümü sorar. “Şimdi sen başkasını karıştırma! Başka konulara geçme!” dercesine. Oysa serbest bıraksa İslâm’ı, ba­kalım ona cevap verirken başka neler diyecekti? O bölümleri karıştır­mıyor adam da, sadece sorduğu bölüme cevap istiyor. “İs­lâm’da hü­kümet” diyor adam, sadece o bölümü sorar. “İslâm’da cemaat” der, “İslâm’da kadın” der, “İslâm’da kazanma, harcama” der. Ne dene­ce­ğini, ne sorulacağını, ne kadar sorulacağını, ne cevap verileceğini de kendisi be­lirler. Yâni Allah’ın âyetlerine kendi fikrini söyletir, âyetleri kendi hevâ ve he­vesine göre yorumlar. Bu da sapıklıktır.

 

Halbuki İslâm öyle bir mekânizma ki, hepsi birbiriyle ilgilidir. Arabanın şaftı da, defransiyeli de, tekerlekleri de, direksiyonu da, vi­tesi de, fireni de nasıl aynı uyum içindeyse, Kur’an’ı da aynı uyum içinde öğrenmek zorunda­yız. Yâni Kur’an’ı, Kur’an bütünlü­ğünde öğ­renmek zorundayız. Öğreneceği­miz bölümleri ona önce­den empoze ederek kitabı şartlandırmanın anlamı yoktur. Ona müra­caat ederken ön yargılı hareket etmeyeceğiz. Yâni önce inanıp, sonra da bu inan­cımıza delil bulmak için yönelmeyeceğiz. Kitap ve sünnet ne dedi, ne gösterdiyse öylece alıp ina­nacağız. Eğer öyle değil de kendi inancı­mıza delil bulmak için onlara müracaat edersek, o zaman Allah koru­sun inancımıza ters düşen âyet ve hadisleri inkâr edeceğiz veya tevil edeceğiz de­mektir. Veya; Ey kitap! Bizi bir zahmet şuna götür! Bize şunlar­dan söz et! Biz filan filan kitaplardan inancımızı, itikadımızı, dü­şüncemizi belirledik, sen de bir zahmet onları onaylayıver diye müra­caat etmeyeceğiz.

 

9: Allah’ın indirdiği Kur’an’ı kaldırmaya ça-lışa­rak ona saygı gösterdiklerini zannedenler, bil­meli­dirler ki bu kitaba karşı büyük bir yanılgı ve edepsizlik içindedirler.”

Bakın Rabbimiz kitabının pek çok yerinde; “Biz bu kitabı indir­dik, inzâl ettik” buyurur. Enzele, inzal, tenzil, tenzil-i rütbe biliyorsunuz ki yüksekten indirmek anlamına geliyor. Rabbimiz biz onunla yol bu­lalım diye, yolumuzu ona sorarak bulalım diye onu mele-i a’lâdan dünyaya indiriyor. Öyleyse bizler de Rabbimizin yaptığının tam tersini yapmaya kalkmayalım. O indirirken, biz kaldırmadan yana olmayalım. O indirirken biz raflara, yüksek yerlere kaldır­madan yana olmayalım. Rabbimizin yaptığının tersini yapmayalım. Kur’an’a hürmet; onu kim­senin el değemeyeceği yüksek yerlere kaldırmak değil, sü­rekli onu el altında bulundurup, elden düşürmemeye ve onunla bilgilenmeye ça­lışmaktır. Mademki Rabbimiz indirmiş, öyleyse biz de indirelim onu haya­tımıza. Biz de alalım onu elimize ve en çok bu kitapla beraber olalım ki, onunla hayatımız bereketlensin, hayatımız şeref kazansın inşallah.

Yıllardır bu toplumda Kur'an'a karşı Osman Gaziye izâfe edi­len mâ­lum tavır anla­tıldı. Osman Gazinin içinde Kur'an'ın bulunduğu bir odada ayakla­rını uzatarak yatmadığı bir üstünlük ve şeref sebebi olarak, Kur'an'a karşı bir saygı gösterisi olarak dile getirildi. Böylece sanki müslümanlara evlerindeki, odalarındaki Kur'an'ları dışarıya çı­karıp yatmaları öğütlendi. Kur'an'dan uzak kalmaları tavsiye edildi. Kur'an’lar dışarı, sizler içeri dendi. Halbuki Kur'an'a saygı bu değil­dir. Kur'an dışlanarak, Kur'an'ı kendimizden, kendimizi Kur’an’dan uzak tutarak Kur'an'a değer verilmiş olamaz. Halbuki Kur’an’ın yanında yatmak emniyettir.

Bakın bu ümmetin Kur'an'ı en güzel okuyucusu, kurrası, âlimi, mü­fessiri ve Kur'an'ı en iyi anlayanı olan Abdullah İbni Mes'ud efen­dimiz buyu­rur ki:

 

"Kur'an'ı her zaman açıp okuyabileceğiniz, her an onunla ilgi kurabileceğiniz bir konumda bulundu­run"

 

Yani bu kitap hep elinizin altında olsun. Her an uzanabile­ceği­niz şe­kilde yakınınızda bulunsun. Maalesef İbni Mes'ud efen­dimizin bu sözü bizim toplumda hiç bilinmez, ama Osman Gaziye izafe edilen o tavır hep gün­demde tutulur.